Mahmut Üstün yazdı | Kısa 20. yüzyıl ya da “umutsuzluk ve çürüme çağı”

0
490

Ünlü Marksist tarihçi Eric Hobsbawm Devrim Çağı, Sermaye Çağı, İmparatorluk Çağı ve Aşırılıklar Çağı isimleriyle yayınladığı seri kitaplarında 1789’dan 1900’lü yılların başına kadar tarihsel dönemleri kendi içinde ayrımlaştırarak ele almaktadır. Hobsbawm’ın bu tarihsel çalışmalarında kullandığı bir diğer önemli dönem tasniflemesiyse “Uzun 19. Yüzyıl ve “Kısa 20.Yüzyıl”dır.

Hobsbawm’ın dönemsel tasnifleri kendi içinde son derece anlamlıdır. Hosbawm “Uzun 19. Yüzyılı” zamansal değil yoğun bir zamansallık anlamında kullanmakta. Biz ise bu yazıda yüzyıl tasnifini salt zaman ya da yoğunlaşmış zaman tanımlaması olmaktan çıkarıp tarihsel bağlamlarla tanımlanan bir zamana uyarlayarak kullanacağız. 19. Yüzyılı, 1789’a başlayan ve 1991’de sonlanan ve 20. Yüzyılı da 1960’ların ikinci yarısından itibaren emareleri görülen ve 1990’lı yılların ikinci yarısında kesin şeklini alan ve halen, yani 21. Yüzyılın ilk çeyreğine yakınlaşırken devam edegelen bir dönem olarak tasnifliyeceğiz.

“UZUN 19. YÜZYIL: BURJUVA DEVRİMLER ÇAĞI ve ÖNSOSYALİZM DENEMELERİ…”

19. yüzyıl burjuva devrimleriyle başlayan ulusal kurtuluş savaşları ve önsosyalizm denemeleriyle devam eden bir devrimler çağıdır. Bu devrim çağını 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren “gerileme” ve 1990’larla birlikte ise “çürüme içinde çözülme” alt dönemleri olarak tasnif etmek olasıdır. Bu, Avrupa ve ABD ile sınırlı olmayan daha genel perspektiften bir tasniftir. Soruna Avrupa açısından bakıldığında gerileme dönemi çok daha erken tarihe, 1900’lü yılların başlarına rastlar. 1960’lı yılların ortası ise bu büyük devrim dalgasının çekilmeye başladığı ve kapitalizm açısından da çürüme emarelerinin görüldüğü bir dönemdir. 90’lar sonrası ise çürüme döneminin tam anlamıyla başat hale geldiği bir dönem olarak tespit edilebilir.

Önemli bir parantez olarak şunu da belirtmek gerekir, yalnızca ulusal kurtuluş savaşları değil önsosyalizm deneyimleri de 19. Yüzyıl burjuva devrim dalgasının bir türevi olarak görülebilir. 1789’dan 1848’e burjuva devrimin içinde şekillenen ve temel eksen olarak bu devrimi daha da hızlandırmayı ve ileriye taşımayı hedefleyen proletarya hareketinin tarihsel ve siyasal etkilerinin ürünüdürler. Ve bu yüzdendir ki (ve kaçınılmaz olarak) önsosyalist devrimler ana gündem olarak daha eşitlikçi bir demokrasi ve çok daha belirgin olarak daha hızlı bir ekonomik kalkınma talepleri üzerinde yükselmişlerdir. Sosyalizme doğru atılan ciddi adımların varlığı inkâr edilemezdir ama yukarıdan ve soğukkanlı biçimde baktığımızda; ön sosyalizm devrimleri ile ulusal kurtuluş mücadeleleri (bağımsızlık devrimleri) arasında olağandışı bir geçişkenlik ve benzerlik olduğunu da saptamaktayız.

Bu devrimlerin esas belirleyenleri anti kapitalizm olmaktan çok anti feodal ve anti sömürgeci olmalarıydı. Bu açıdan burjuva devrimin geç ya da ikinci dalgasına aittiler. Ve fakat belirgin bir anti kapitalist tona da sahiptiler. Bu açıdan da sosyalizmin bir erken/ön dalgası olmak özellikleri de vardı. Hangisi başattı diye sorduğumuzda, bugünden bakarak, bu devrimin geç burjuva devrimin parçaları olmalarının daha başat olduğu cevabını rahatlıkla verebiliyoruz. Nitekim İdeolojik/söylemsel planda da yine olağanın ötesinde kalkınmacı bir yurtseverliğin temsilcisi olarak görürüz bu devrimleri.

Bu özellikler bu devrimlerin içsel nesnel ve öznel temeller bakımdan ciddi kısıtlarla malul olduğunu gösterse de “yenilmelerinin kaçınılmaz olduğu” anlamına gelmez. Zira tek tek ülkelerdeki devrim süreçleri kaçınılmaz olarak özgün farklılıklar taşısa da yine apaçık biçimde görülmektedir ki, bütün devrim dalgaları tekil ve yerel değil evrensel dalgalardı. Bugünkü duruma (entegrasyon düzeyi) göre nispeten daha zor olsa da ön sosyalizm deneyimlerinin Avrupa’da proleter iktidarlarla tamamlanması olanaksız değildi. Böylece bu denemelerin nesnel ve öznel eksiklikleri bertaraf edilebilecek, devrimin evrensel ve proleter karakterinin öne çıkması sağlanabilecek ve bu önsosyalizm denemeleri bir sosyalist devrimin tetikleyicileri olarak, başarılı sıfatıyla tarihe yazılacaklardı.

Böyle bir tarihsel fırsat teorik olarak 1990’lı yıllara gelirkende vardı. Bu tarihlerde ekonomik, siyasal ve ideolojik krizi derin biçimde yaşayan sadece önsosyalizm denemeleri değildi. Başta ABD olmak üzere kapitalizmin bütün merkezleri de benzer bir kiriz içindeydi. Kim daha güçlü ve uzun süreli direnebilirse, diğerinin kendinden önce çözülmesini sağlayarak kazanmış olacaktı. Kimin kazanacağına göre elbette tarihin seyri de bambaşka istikamete yönlenmiş olacaktı. Ama bu şansın önsosyalizmler açısından sadece teorik olduğunu pratik bakımdan geçerli olmadığını tarih bugün bize göstermiş bulunmaktadır. Çözülen ve ardından domino taşları gibi yıkılan nesnel ve öznel varlık koşulları çok daha zayıf olan önsosyalizmler oldu. Bu rejimler iş kalkınma sorunsalının ötesine yani sosyalizmi sosyal, siyasal ve ideolojik palanda derinleştirme alanına geldiğinde tıkanıp kalmışlar ve bu tıkanma içinde giderek çürüme ve otoriterleşme sürecine girmişlerdi. Bu nedenle ayakta kalma şansları daha güçlü bir nesnelliğe sahip olan kapitalizme göre daha düşüktü.

“KISA 20 YÜZYIL: UMUTSUZLUK VE ÇÜRÜME ÇAĞI”

Bu çözülme ve yıkılış, bir devrimler çağı olan uzun 19. Yüzyılın sonu oldu. Ve siyasal 20. Yüzyıl başladı. Peki 20. Yüzyılı belirleyen en önemli özellik nedir? Bizce bu dönemin en belirleyici özelliği kapitalizmin “çürüme içinde çözülme” yaşıyor olmasıdır.

“Kısa 20. Yüzyıl”, bir devrim çağı olan “Uzun 19. Yüzyıl”ın ekonomik, siyasal, ideolojik bakımdan gerici bir reddiyesi üzerine şekillenmiştir. Bu reddiyelerin simgesel karşılığı ise geçmişin aydınlanmacı, eşitlikçi, toplumsalcı, evrenselci, sınıf eksenli, reformcu ve/ya devrimci değerlerinin, kazanımlarının reddiyesinin ifadesi olan “neo” ve “post” kavramlarıdır.

Bu dönemin ideolojik amentüleri ise, Fransız filozofu Lyotard’ın “Büyük aydınlanma ve özgürleşme anlatılarının” iflas ettiğini söyleyen, yerine mevcudu kısmen değiştirmeyi ama daha çok da, bu haliyle sevmeyi ikame eden “postmodernist” yaklaşımı ile Fukuyama’nın kitabının ismiyle anılan liberalizmin artık kesin ve değiştirilemez zaferini müjdeleyen “tarihin sonu” teorisidir. Her iki eser de felsefi/teorik derinliği oldukça zayıf olmalarına rağmen, dönemin birer manifestosu sayıldılar, çok tutuldular ve ün kazandılar.

“Neo” ve “post” ön takılı Marksizmler, Anarşizmler, Liberalizmler ve yanı sıra radikal demokrasi ve popülizm teorileri aslında yukarıdaki iki manifestoyu kendi cephelerinden zenginleştirme ve derinleştirme çabalarından öte bir anlama sahip değillerdir. Biri aydınlanmanın, diğeri de sınıfların ve/ya sınıf mücadelesinin inkarına dayanan postmodernizm ve postendüstriyel toplum yaklaşımının birer türeviydiler, halen de öyledirler.

AMA BU KADAR MI?

Yok olduğu/aşıldığı söylenen (aslında yok edilmek istenen) sadece aydınlanma ve sınıfsal mücadele midir? Örneğin bilim ve felsefe, örneğin sanat, örneğin aydınlar, örneğin üretkenlik, örneğin eşitlik ve adalet mefhumu, örneğin demokrasi, örneğin ırkçılık/faşizm, örneğin dinsel fanatizm/laiklik, örneğin göçmenlik sorunu, örneğin kadın özgürlüğü vb. vb. tüm bunlardaki tablo nedir? Asıl soru ve sorun buradadır.

Eğer sadece Aydınlanma paradigmasıyla sınıf(mücadelesi) paradigması krize girmiş, dahası aşılmış olsaydı ve/fakat tüm diğer alanlarda uzun 19. Yüzyıldan, yani Devrimler Çağı’ndan daha olumlu noktalara ulaşılmış bulunsaydı, tüm “neo” ve “post” ön takılı iddialar haklı çıkmış olacaktı. Onlar ilerlemenin temsilciliği payesini yakalarında gururla taşıyacaklardı. Ama böyle değil de tam tersiyse; bu söylemlerin çözülüş/çürüme/yozlaşma teorileri olduğu haklılık kazanmış olmuyor mu?

Tek başına bu soruların sorulmuş olması bile tablonun anlaşılması açısından yeterlidir. Ama başka yazılarla sağı ve soluyla postmodernizmin ve onun türevi olan tüm “neo” ve Post” ön takılı yaklaşımların insanlık açısından tüm alanları kapsayan “Umutsuzluk ve Çürüme Çağı”nın temsilcisi olduğunu ayrıntılarıyla göstermek yararlı da olabilir. Böylece (umuyorum k)i Aydınlanma ve sınıf kavramının insanlığın geleceği açısından ne kadar önemli/belirleyici olduğunu da tersinden, yani bunların geriletilmiş olmasının yarattığı yıkıcı sonuçları sergileyerek gösterebilmiş oluruz.

“Umutsuzluk ve çürüme çağı”nın zaman olarak da sonlarına geldiğimize dair emareler artmakta… Ama şu kesin ki, daha ne kadar sürerse sürsün Hobsbawm’ın ölçütü olan, insana, topluma, bilime, felsefeye, sanata vb. kattıkları bakımından bu çağ, “Kısa 20. Yüzyıl” anılmayı hak eden özelliklere fazlasıyla sahiptir.

www.politikyol.com/mahmut-ustun-yazdi-kisa-20-yuzyil-ya-da-umutsuzluk-ve-curume-cagi/?utm_source=ReviveOldPost&utm_medium=social&utm_campaign=Revi

CEVAP VER

This site is protected by reCAPTCHA and the Google Privacy Policy and Terms of Service apply.