AKP, Abdülhamid ile ne anlatıyor?

0
1252
Söz konusu olan, bugünün Türkiye’si ile 19. Yüzyıl Osmanlı’sı, başka bir değişle Erdoğan ile II. Abdülhamid arasında bağ kuran popülist bir propaganda çalışması.”
R-Aktüel,

Yıllardır AKP iktidarı ve Erdoğan’ın yeni rejimin inşası doğrultusunda sıklıkla adını andığı II. Abdülhamid, şimdilerde ‘resmi’ bir ikona dönüşmüş durumda. Bir Osmanlı Padişahı üzerinden topluma, “yedi düveli karşısına alarak ‘batıl’la amansız bir mücadeleye girişen güçlü lider” imajının kendi geçmişinde var olduğu hissettirilmek isteniyor. Söz konusu olan, bugünün Türkiye’si ile 19. Yüzyıl Osmanlı’sı, başka bir değişle Erdoğan ile II. Abdülhamid arasında bağ kuran popülist bir propaganda çalışması. Ülke, tarihi bir başkanlık referandumuna doğru giderken sandıkların kurulmasına iki aydan az bir süre kala TRT’de ‘Abdülhamid Payitaht’ isimli dizinin başlaması da tesadüf değil elbette.

Yapılmaya çalışılan manipülasyon ve saptırma çabaları ayıklandığında, AKP ile Abdülhamid arasındaki ilişki hem iktidarın karakterini anlamak hem de referandumumdan Evet sonucu çıkması halinde Türkiye’nin hangi istikamete doğru gideceğini öngörebilmek açısından hayli kritik. Çünkü Abdülhamid, AKP’nin takipçisi olduğunu söylediği siyasal hareketin modern anlamdaki başlangıç noktası sayılabilir. AKP’nin ve Erdoğan’ın tarihsel anlatısında dost ve düşman unsurlar, II. Abdülhamid’in politik varlığı üzerinden teorize ediliyor. Bu da bize bugünün Türkiye’sinde yaşananlar ve yaşanacaklar hakkında önemli fikirler sunuyor.

II. Abdülhamid’in İlk Dönemi

Osmanlı İmparatorluğu’nun 34. Padişahı II. Abdülhamid, Hanedan’ın gücünün giderek zayıfladığı ve meşrutiyetçi görüşlerin yükselişe geçmeye başladığı bir süreçte hüküm sürdü. Onun döneminde ilk kez (ve son kez) Osmanlı İmparatorluğu’nun bir anayasası (Kanun-i Esasi) ve yasama organı (Meclis-i Mebusan) oldu. Bu, mutlak monarşinin kısmi de olsa sınırlandırılması, yani meşruti monarşiye geçmiş demekti. Aralık 1876 ve Ocak 1877’de seçimler yapıldı, 19 Mart’ta Meclis resmen açıldı. I. Meşrutiyet olarak adlandırılan söz konusu dönem, Cumhuriyet’in ilanına kadar uzanacak olan ‘devrimler süreci’nin de ilk halkasıydı.

Şu nokta net olarak vurgulanmalı ki, ne Kanun-i Esasi ne de Meclis-i Mebusan, Abdülhamid’in fikirlerinin ürünü değildi; monarşiye karşı gelişmekte olan ilerici hareketin bir kazanımıydı. Zaten yukarıda belirtildiği gibi bu anayasa Abdülhamid’in gücünü sınırlıyordu. Nitekim yönetime yönelik sert eleştiriler artınca, 1878’de Rus Ordusu’nun İstanbul kapılarına gelmesini bahane eden Abdülhamid, Meclis’i süresiz tatil etti. Abdülhamid, Meclis’in kısa süre sonra yeniden açılacağını söylese de mutlak iktidarını 30 yıl boyunca sürdürdü.

II. Meşrutiyet, 31 Mart Vakası ve Abdülhamid’in Düşüşü

I. Meşrutiyet’in sonra ermesinden 30 yıl sonra, 1908 yılında ikinci bir kırılma yaşandı. İstibdat rejimini daha fazla sürdüremeyeceğini anlayan Abdülhamid, Meclis’in yeniden açılmasını kabul etmek zorunda kaldı. Böylece II. Meşrutiyet dönemi başladı. Hemen seçimlere gidildi. Seçimlerin başlıca iki partisi İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Ahrar Fırkası oldu. Seçimler İttihatçılar’ın zaferiyle sonuçlandı. Meclis-i Mebusan 17 Aralık’ta yeniden faaliyete geçti.

II. Meşrutiyet, Abdülhamid’in mutlak iktidarı döneminde kızışan siyasi çekişmenin ve kamplaşmanın, şiddetli şekilde yüzeye çıktığı bir dönem oldu. İttihatçılar; modernleşmeci, ilerici, devletçi ve bağımsızlıkçı bir çizgiyi benimserken, daha çok Ahrar etrafında toplanan muhalefet ise liberal, şeriatçı ve monarşi yanlısı bir kompozisyona sahipti. İttihat ve ile çatışan Kamil Paşa hükümetinin 4 Şubat 1909’da Meclis tarafından düşürülmesinden sonra, sadrazamlığa (bir nevi başbakanlık) Hüseyin Hilmi Paşa’nın getirilmesi ile İttihatçılar devlet yönetimini tümden ele aldı. İttihatçıların devlet içinde hâkimiyetini giderek artırması muhalefeti rahatsız ediyordu. 6 Nisan 1909’da İttihat ve Terakki karşıtı yazar Hasan Fehmi’nin öldürülmesi, 31 Mart Vakası olarak bilinen sürecin fitilini ateşledi.

31 Mart Vakası, (Miladi takvime göre 13 Nisan 1909) önce bir grup askerin isyanı olarak başlasa da, daha sonra softaların katılımıyla dinci-gerici yönü ağır basan, Osmanlı Hanedanı yanlısı bir ayaklanmaya dönüştü. Ayaklanmanın ilk günü II. Abdülhamid’in ısrarıyla hükümet istifa etti ve 14 Nisan 1909’da Tevfik Paşa Kabinesi kuruldu. İsyancı askerler yedi gün boyunca İstanbul’u işgal altında tuttu. Sokaklarda “Şeriat isteriz, padişahım çok yaşa” sloganları atıldı. İttihatçılar ve tüm ilericiler “Allahsızlıkla” suçlandı, “din düşmanı kafirler” olarak hedef alındı. Bazı subaylar ve milletvekilleri linç edildi. İttihatçı olarak bilinen gazeteler yağmalandı. Anadolu’nun belli illerinde de ‘stratejik’ toplu katliamlar yapıldı. Adana’da 20 bin Ermeni öldürüldü. Katliama “Şeriat isteriz” şeklindeki bağırışlar eşlik etti. O dönem Adana’da bulunan ve meşrutiyeti temsil eden zafer takı “Padişahım çok yaşa” sloganlarıyla parçalandı.

İttihatçılar lehine isyanı bastıran Mahmut Şevket, Resneli Niyazi ve Mustafa Kemal komutasındaki Hareket Ordusu oldu. Hareket Ordusu, Selanik’ten yola çıkan 3. Ordu’ydu. Bu yapıya Edirne’de bulunan 2. Ordu Birlikleri ve Selanik çevresinde sivil gönüllüler de katıldı. Hareket Ordusu, 24 Nisan günü isyanı bastırdı ve İstanbul’da kontrolü sağladı. 27 Nisan’da II. Abdülhamid tahtan indirildi ve 33 yıllık hâkimiyeti son buldu. Bir zamanların mutlak iktidar sahibi padişahının devri böylece bitti. Yerine küçük kardeşi V. Mehmet tahta çıktı.

Abdülhamid’in İdeolojisi

II. Abdülhamid hükümdarlığı boyunca İslamcılığı en fazla kullanan ve halife unvanını en fazla vurgulayan Osmanlı padişahı oldu. Abdülhamid döneminde İslamcılık resmi devlet politikası haline geldi. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi yukarıda aktardığımız siyasal ve toplumsal süreçlerdi. Abdülhamid, gelişmekte olan meşrutiyetçi fikirlere karşı mutlak monarşisini ancak İslamcı bir propagandayla Terakki koruyabilirdi. Toplumda İslamiyet üzerinden yapılan siyasi ajitasyon, bir padişah olarak Abdülhamid açısından koruyucu bir iklim yaratabilirdi. İkinci neden ise toprak kayıplarıydı. Osmanlı İmparatorluğu II. Abdülhamid döneminde büyük toprak kayıpları yaşadı. Berlin Antlaşması’nın (1878) ardından Balkanlar’daki kontrol sarsıldı. Bölgede esas kopuş 1912-13’te Balkan Savaşları sırasında yaşanacaksa da, Berlin Antlaşması’yla birlikte Osmanlı İmparatorluğu topraklarının yaklaşık 3’te 1’i, nüfusunun ise yüzde 20’si özerk pozisyona geldi. Osmanlı’ya tabi olan Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Karadağ’ın kendi başlarına birer prenslik olmaları kabul edildi. Abdülhamid’e göre İslamcılık, imparatorluğun giderek Müslüman yoğunluklu hale gelmeye başlayan nüfusunu bir arada tutacak yegane iksir, milliyetçi dalganın panzehriydi. Elbette Abdülhamid’in bu düşünceleri, çağı anlayamamaktan kaynaklanan büyük bir yanılgıydı.

Devlet Aygıtını Çürüten Mutlak Güç

Hükmettiği yıllar boyunca II. Adülhamid hep korkuyla yaşadı. 34 yaşında tahta çıkmıştı. Kendisini tahta çıkaran olaylar silsilesi çevresindekilere güvensizlikle dolmasına yol açtı. Abdülaziz’in ve Murat’ın başına gelenlerin kendi başına da gelme ihtimali ona hiç uzak görünmedi. Abdülhamid en yakınındakilerden bile şüphe duydu. Bu korku ve şüphe, imparatorluğu tuhaf muhbir devletine dönüştürdü. Abdülhamid’in ikamet ettiği Yıldız Sarayı ve çevresinde on binlerce muhbir faaliyet gösterdi. Hepsi halkın, hatta birbirlerinin faaliyetlerini bile Saray’a rapor ediyordu. Basına sansür hat safhadaydı. “Monarşi” ve “cumhuriyet” gibi kavramların tartıştırılması istenmiyordu.
Böyle bir ortamda devlet bürokrasisi de üstüne düşen görevi akla uygun ve layıkıyla yerine getiremedi. Örneğin Haliç’teki askeri donanmanın toplarını Saray’a çevirebileceğinden endişe edildiğinden, iskeleden ayrılmasına müsaade edilmiyordu. Devletteki en temel kural Sultan’a sadakatti. Bu nedenle kayırmacılık ve rüşvet gibi sorunlar çığ gibi büyüdü. Meydana gelen kurumsal yıkıntı, tek kişiye indirgenmiş ve teslim edilmiş devlet anlayışı ile özgürlüklerden ve yeni fikirlerden duyulan korkunun kaçınılmaz bir sonucuydu. Zaten borçlanarak yarı sömürge hale gelmiş Osmanlı İmparatorluğu işte böyle parçalanmaya kadar sürüklendi.

Argüman Yerine Hikâye

İktidar blokunun referandumda yaratmaya çalıştığı toplumsal algı ve kullandığı söylem, Abdülhamid’i merkez alan bir tarihsel vizyonun ürünü. En genel kapsamıyla cumhuriyetçi ve özgürlükçü çizgi, yani Hayır çizgisi, Abdülhamid’i deviren, ‘batıl’a hizmet eden ve Osmanlı’yı yıkan “iç ve dış düşmanlar”la özdeşleştirilirken, Evet/ Erdoğan ise Abdülahmid’in devamcısı olarak tanıtılıyor. “Reis”, ülkeyi eski şaşalı günlerine döndürecek, Batı’yı dizi getirip doğu halklarını karizması etrafında bütünleştirecek bir lider olarak karakterize ediliyor. Abdülhamid’in tahtan inmesiyle sonuçlanan süreci “milletin liderinin vesayetçiler tarafından devrilmesi” olarak okuyan ve bunu bir “operasyon” gibi yorumlayan AKP, buradan yola çıkarak bugünün Türkiye’si ve Erdoğan’ın liderliği için de benzer bir senaryo üretiyor. Referandumda oylanacak başkanlık sistemine dair ikna edici bir argüman üretememenin eksikliği, böylesi bir mit ile giderilmek isteniyor.

Ancak yukarıdaki bölümlerde ifade etmeye çalıştığımız gibi, AKP tarafından çizilen bu II. Abdülhamid imajı oldukça manipülatif. Dolayısıyla Erdoğan’a Abdülhamid vasıtasıyla yapıştırılmaya çalışılan, Necip Fazıl’ın deyimiyle, “Ulu Hakan” etiketi de havada kalıyor. Nihayetinde örnek aldıkları isim, halk iradesini güçlendirmeyi amaçlayan biri değil; tersine, meşrutiyet ve Meclis karşıtı bir hanedan üyesi. Uyguladığı 30 yıllık istibdat, bunun en bariz kanıtı. Aklında babadan oğula geçen bir monarşi idaresi dışında hiçbir şey yok. Cumhuriyetçi fikirlerin kökünü kazımak için ilerici fikirlere sert tedbirler uygulayan, şeriatçıları destekleyen, basını susturan, devleti bir muhbir kulübüne çeviren ve Düyun-u Umumiye ile ülke ekonomisini emperyalistlere teslim eden bir lider…

Bunların yanında Abdülhamid, bugün iktidar cephesindekilerin iddiasının aksine “dış güçler” tarafından devrilmek istenen değil, desteklenen bir padişahtı. Emperyalist devletlerin Hamidiye otokrasisini, yani Abdülhamid yönetimini desteklemesi Osmanlı topraklarına hükmetme gayesiyle ilgiliydi. Abdülhamid’in iktidarı Batılı emperyalist devletler tarafından hiçbir zaman beğenilmiyordu. Fakat İttihatçılar ve Abdülhamid arasında bir seçim yapmak gerektiğinde, emperyalistlerin tercihi padişahtan yana olmuştu. Çünkü onu nasıl kontrol edebileceklerini iyi biliyorlardı. İttihatçılar ise ülkenin elini kolunu bağlayan kapitülasyonları kaldırmayı amaçlıyordu. İşte günümüze de çok benzer bir şekilde Avrupa’nın sömürgeci güçleri, 20. Yüzyıl başlarında Osmanlı topraklarındaki hedeflerine ulaşmak için II. Abdülhamid ve onun hükmetmesini talep eden gerici akımları destekledi ve onlarla işbirliği yaptı. Örneğin 1909’da İttihatçıların Meclis’te yapılan oylamayla Kamil Paşa hükümetini düşürmesini İngilizler, liberaller ve gericiler kendilerine yapılmış bir hamle olarak gördü ve karşı çıktı. 31 Mart’taki kalkışma da İngilizler tarafından teşvik edildi.

Popülizm Var Ama Bilgi Yok

Bugün politik çıkarlar için araçsallaştırılan II. Abdülhamid öylesine popülist bir şekilde ele alınıyor ki, iktidar sözcülerinin gerçekte onun hayatıyla ilgili ne bilip ne bilmedikleri de bir muamma. Nitekim 20 Mart 2016’da Yıldız Sarayı’nda gençlerle bir araya gelen Erdoğan, yaptığı konuşmada Abdülhamid’in tahtan indirildikten sonra idam edildiğini söyledi. Oysa Abdülhamid bu olaydan yıllar sonra, hastalığı nedeniyle öldü. Ancak Erdoğan o gün, “Osmanlı’nın en zayıf olduğu dönemde hiçbir şey kaybetmeden, bu toprakları koruyan bir Sultan’ı, bir lideri maalesef idam etmişlerdir” ifadelerini kullandı. Bu cümledeki tek yanlış, Abdülhamid’in idam edilmesi değildi tabii ki. Osmanlı’nın en fazla toprak kaybettiği dönemlerden biri için konuşurken “hiçbir şey kaybetmedi” demek de oldukça ironikti.

Hangi Çizgi Kazanacak?

AKP iktidarı 16 Nisan’da II. Abdülhamid referansıyla seçmenden Evet oyu talep ederken, neye onay istediğini, Hayır’ı ve Hayırcıları hedef gösterirken ise hangi değerlere karşı olduğunu net şekilde açık ediyor. Aslında Erdoğan-Abdülhamid analojisi referandumda sorulacak sorunun daha da belirginleşmesine yarıyor: Monarşi mi, cumhuriyet mi?

Tarihsel gerçekler ışığında diyebiliriz ki; Abdülhamid’i lider kabul edenler 16 Nisan’da kazanırsa, demokratik ve cumhuriyetçi fikirler büyük darbe yiyecek. Kırıntıları kalmış basın özgürlüğü tamamen son bulacak. Bürokrasi içinde ya da dışında, iktidarı sınırlayacak hiçbir denge unsuru kalmayacak ve bağımsız yargının fişi çekilecek. Tüm iktidar mekanizmaları tek elde toplanacak ve Türkiye, II. Abdülhamid döneminin 21. Yüzyıl versiyonuyla yüz yüze kalacak. Bu, gücü elinde tutan liderin dışında herkesin savunmasız kalması demek.

Diğer seçenek, yani Hayır galip çıkarsa ise tüm bu mutlak güç arayışlarına kırmızı çizgi çekilecek. Tıpkı I. ve II. Meşrutiyet dönemlerde olduğu gibi yürütme sınırlandırılacak ve keyfiliğin ilelebet sürmeyeceği muktedirlere hatırlatılacak. Türkiye açısından yeni bir başlangıç, Hayır’ın zafer kazanmasıyla mümkün hale gelecek. Hayır kazanırsa, uzun dönem istibdat rejimiyle halka kan kusturan bir padişahın 108 yıl önce bir nisan gününde düştüğünü gören bu topraklar, 108 yıl sonra başka bir nisan gününde modern zamanın padişahı olmak isteyenlerin de yenildiğini görecek.

Berkant Gültekin