Emekli Özel Kuvvetler subayı ve güvenlik analisti Metin Gürcan, Hulusi Akar’ın eşinin başörtüsüyle alakalı çarpıcı bir yazı kaleme aldı. Twitter’da büyük paylaşımlara imza atan yazı T24’te yer buldu.
Gürcan, ‘TSK’da Laiklik ve Hanımefendi’nin Şalı’ başlığıyla kaleme aldığı yazıda, “Acaba TSK dinden ne kadar özgürleşmeli ve bünyesi içinde dinin özgürleşmesine ne kadar müsaade etmeli?” sorusunu sordu.
Gürcan’ın dikkat çeken tespit ve sorular içeren yazısı şöyle:
TSK’da Laiklik ve Hanımefendi’nin Şalı-Metin Gürcan(t24)
Olay-1: 30 Ağustos Zafer Bayramı etkinlikleri kapsamında Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde verilen resepsiyona Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın eşi Şule Akar Hanımefendi’nin, Kuran-ı Kerim tilaveti ve ardından edilen dua boyunca başını şalla örtmesi damgasını vurdu. Böylece ilk kez bir Genelkurmay Başkanı eşi, bir resepsiyonda başörtüsü ile görüntülenmiş oldu ve konu sosyal medyanın gündemine oturdu.
Olay-2: Geçen Cumartesi Isparta’da, acemi bir erin çarşı iznine çıkarken giydiği ve İsmailağa Cemaati kimliğini yansıtan kıyafeti nedeniyle hakkında soruşturma başlatıldığı haberi bugün medyaya yansıdı. Daha önce acemi birliğine teslim olurken bu kıyafetle Nöbetçi Astsubay tarafından nizamiyeden kışlaya girmesine izin verilen acemi er, aynı kıyafetinin izin günü Nöbetçi Subay olan yarbayın müdahalesi ile ‘çarşısının kitlenmesine’ ve daha askerliğinin üçüncü haftasında soruşturma geçirmesine neden olacağını tahmin edebilir miydi? Bunu bilmiyoruz ama bu olayın ortaya çıkardığı bir çarpıcı gerçek var: Bu askeri o kıyafeti ile nizamiyeden içeriye kabul eden astsubay ile iki hafta sonra aynı kıyafeti nedeniyle hakkında soruşturma başlatan yarbayın laiklik algıları birbirinden kesinlikle farklı. Popüler akıl ‘Astsubayın davranışı mı yoksa yarbayın davranışı mı doğru?’ sorusunu tartışır ve mesele siyasallaşır. Ama benim sorum daha derin: Hangisi doğru hangisi yanlış tartışmasına girmeden, şu anda Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nın aynı kışlasında bu kadar farklı iki laiklik algısı olması anormal değil mi?
Olay-3: 15 Temmuz’dan sonra Harp Okullarının kapatıldığını biliyoruz. Daha sonra Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanarak açılan Harp Okullarına sivil üniversitelerden ara sınıf öğrenci alındığını da medyadan öğrendik. Bu öğrencilerden gelen ve BİMER’e de yansıyan şikayetlerin başında Harp Okullarında yakın mesafede namaz kılmak için yeterli cami/mescit olmaması gösteriliyor. Örneğin Kara Harp Okulu’ndaki tek cami ile en uzak tabur binası arası mesafe yaklaşık 600 metre. Her vakit namazında camiye gidiş ve gelişin zaman aldığı ve mesaiyi aksattığı gerekçesi ile namaz kılan öğrenciler tabur binalarında da mescit açılmasını istiyormuş. Yaklaşık 300 Harbiyelinin eğitim gördüğü tabur binalarına mescit açılmasına izin verildi diyelim. Bu sefer namaz kılan Harbiyeliler taburlardaki koğuş, dershane, kafeterya, eğitim alanı gibi farklı bölgelere de mescit ister mi? O zaman Kara Harp Okulu’na yüzlerce küçük mescit yapmak lazım gelecek. Acaba Kara Harp Okulu’nda namaz kılan Harbiyelilerin ibadet ihtiyaçları ile okulun mesai disiplini arasındaki hassas denge gözetilerek kaç mescit olmalı? Acaba her tabur bölgesine tek bir mescit mi açmalı? Yoksa Koğuşlar bölgesi, kafeterya, dershane bölgesi ve eğitim alanlarına ayrı ayrı dört mescit mi açmalı?
Yoksa dershaneler bölgesindeki her kata, koğuşlar bölgesindeki her kata belki de sayıları on beşi geçecek mescit mi açılmalı? Peki Kara Harp Okulu’nda namaz kılan Harbiyelilerin ibadet ihtiyaçlarını kolayca, en az zaman ve sürede karşılamaları ile okul içindeki mesai disiplini, profesyonel/sembolik normlar ve askeri etik arasındaki ALTIN ORAN’ı belirleyecek ve standardize/disiplinize edilmiş bir TSK Laiklik algısı var mı? Ki bu sayede bir Kara Harp Okulu ile Deniz Harp Okulu’nu, bu iki askeri okulla Astsubay Meslek Yüksek Okulu’nun arasında laiklik algısı açısından uyumu (standardizasyonu) sağlayalım.
TSK tarihi arka planı ve stratejik kültürü nedeniyle sert-laik bagajları olan bir ordu. Daha on yıl öncesine kadar biricik evlatlarının yemin törenlerine alınmayıp törenleri nizamiye dışından seyretmek zorunda kalan veya orduevlerinde subay oğlunun düğününe giremeyen annelerin hikayelerini duyardık. Veya beş on yıl öncesine kadar namaz kıldığı için TSK içinde terfi edemeyen, sürgün tayinleri yaşayan, özlük hakkı kaybına uğrayan subay ve astsubay hikayelerine de aşinayız. Bir kısmımıza göre 15 Temmuz 2016 kanlı kalkışmasından sonra TSK ‘Elhamdülillah bu bagajlarından hızla kurtuluyor.’ Ama aslında beğensek de beğenmesek de her birinin tarihi/sosyo-kültürel kökeni olan bu bagajlardan bu kadar hızlı bir şekilde kurtuluvermek ne kadar doğru? Tamam hiç kimse 28 Şubat 1997’deki TSK’nın laiklik algısını, yani eskiye dönmek istemiyor ama yeniye dair ölçü, altın oran ne? Bu sorular neden önemli? Çünkü TSK’nın laiklik algısı ve dinle ilişkisi ne yazık ki sadece askeri değil aynı zamanda toplumu da tanımlayan sosyo-kültürel bir olgu. TSK eski laiklik algısını bırakıp yeni bir ‘şeye’ dönüşürse toplum da yeni bir ‘şeye’ dönüşür. Bu konuda İslam dünyasında en iyi örnek Ziya Ül Hak dönemi (1978-1988) Pakistan Ordusunun yaşadığı dönüşüm. Ordunun bir kısmının önce dindarlaşması, sonra Selefileşmesinin yarattığı sorunları ve bunun ordunun profesyonel ve askeri etik normlarını nasıl zehirlediğini biliyoruz. Diğer örnek ise İsrail ordusu. İsrail ordusunda son on yılda Ortodoks Yahudi eğilimlerin arttığına, hatta İsrail Ordusu’nun bazı özel birliklerinde dini radikalleşmenin bile başladığına dair yazılan çizilen pek çok yazı ve rapor var.
Soru basit: Acaba TSK dinden ne kadar özgürleşmeli ve bünyesi içinde dinin özgürleşmesine ne kadar müsaade etmeli? Bu basit soru aynı zamanda iki daha karmaşık soruya da neden oluyor:
– Bu basit soruyu kim cevaplayacak? Sivil seçilmiş elitler mi yani soru ‘siyasi’ mi, yoksa askeri elitler mi yani soru ‘teknik/bürokratik’ mi?
– TSK’nın Türkiye genelindeki sayıları 200’ü aşan birlik/kışlasında bu sorunun aynı şekilde, aynı yöntemle ve aynı oranda cevaplanabilmesi için gerekli standardizasyon ve disiplinize etme mekanizmasını kim ve nasıl kuracak? Çünkü bu kritik soruda ‘komutan keyfiyeti’ istemiyoruz. TSK’nın dinle ilişkisi konusunda A komutanı gelince şöyle uygulama, B komutanı gelince böyle uygulama olmasın. Aynı zamanda ‘birlik keyfiyeti’ de istemiyoruz. Yani X Harp Okulu’nda tüm Harbiyeliler için sadece bir cami varken Y Harp Okulu’nda her koğuş ve dershane katında mescit, okul bünyesinde onlarca mescit istemiyoruz.
Karar vermemiz bir soru daha var: Sizce ordu ile toplumun laiklik algısında bir sivil-asker boşluğu olmalı mı? Yani ordunun laiklik algısı, toplumun laiklik algısından daha sert mi olmalı, yoksa ordu doğrudan toplumun aynası mı olmalı? Mesela toplumda Cuma namazı kılma oranı ile TSK’nın tüm kışlalarındaki Cuma namazı kılma oranı birbirine eşitse mi mutlu/huzurlu oluruz yoksa TSK kışlalarındaki Cuma kılma oranı toplumun genelindeki orandan daha düşükse mi? Veya ordudaki oruç tutma oranı toplumdaki orana eşitse mi kendimizi daha güvende hissederiz yoksa daha düşükse mi? Doktora tezimin önemli bulgularından biridir: TSK içinde rütbe düştükçe laiklik hassasiyeti de azalıyor. Yani rütbe ile laiklik hassasiyeti arasında doğrusal orantı var. Gene önemli bulgularımdan biri de; TSK içinde rütbe düştükçe dindarlık düzeyi artıyor ve ordu merkez-soldan merkez-sağa çekiyor (ki sözleşmeli subaylık sisteminin bu sağa çekmede katkısı büyük). Bu bizim için iyi bir şey mi?
Şimdi laiklik algısı bağlamında ordu-toplum mesafesi açısından Olay-1’i yani Sn. Şule Akar Hanımefendi’nin 30 Ağustos Resepsiyonunda Kuran okunurken ve dua esnasında şalı ile başını örtmesini irdeleyelim. Öncelikle temel varsayımımız şu: Sn. Şule Akar’ın bu davranışı hiç bir baskı, etkileme veya görüşme olmadan tamamen kendi içinden gelerek yaptığını farz ve kabul ediyoruz.
Somut gerçekler: Sn. Şule Akar sivil bir kişi. TSK ile arasında kurumsal/profesyonel bir bağ yok. O halde laiklik algısı açısından sivil toplumun bir parçası. Yine olayın gerçekleştiği mekan bir ‘kamusal mekan’ olsa da kamusal mekanda devletin sivil elitleri ve eşleri açısından baş örtüsü tartışmalarını çoktan geride bıraktık. Yani mekan açısından da onun bu davranışını ‘sıradışı’ yapan bir faktör yok.
Ancak bir başka somut gerçek ise kendisi sivil olmasına rağmen Genelkurmay Başkanı ile evli. Yani o bir ‘Komutan Eşi’ yani ‘Hanımefendi’. Ve o ‘Hanımefendilik’ statüsü TSK’nın kurumsal kültürü gereği onu ne yazık ki üniformasız asker yapıyor.
TSK’da ‘Hanımefendi’ Kültürü
Dünyanın neresine giderseniz gidin her ordunun kimimize saçma, kimimize yanlış, kimimize ilginç gelen profesyonel, askeri etik ve sembolik normları vardır. Ordular bu normlar üzerine inşa edilir. TSK’nın kurumsal kültüründe ‘Hanımefendi’ olmak aynı zamanda eşi olan Komutanın da makamını temsil etmek anlamına gelir. Tam da bu nedenle örneğin bir birlikte, birlik komutanının eşi ‘Hanımefendi’nin tertip ettiği çaya veya kermese giden subay ve astsubay eşleri otobüse eşlerinin rütbe ve kıdem durumuna göre oturur. Çay ve kermesteki görevler rütbe ve kıdem durumuna göre belirlenir. Yüzbaşı eşi albay eşi yanında ‘Esas Duruş’ gösterirken albay eşi general eşinin yanında aradaki kıdem farkını saygısı ile hissettirir. TSK’daki ‘Hanımefendi’ kültürü aslında hukuki ve bürokratik anlamda sivil bir şahıs olan Sn. Şule Akar’ı sembolik açıdan ‘asker kişi’ yapıyor. Ben Şule Hanım’ın daha önce de Kuran okunan 2015 ve 2016 30 Ağustos Resepsiyonlarında başını örtüp örtmediğini bilmiyorum ama katıldığı Şehit Cenaze Töreni ve mevlitlerde Kuran Tilaveti ve dua olunca başını ‘saygı gereği’ kapattığını bilenlerdenim.
Şimdi soru şu: Gerçekte bir sivil ancak sembolik açıdan ‘Hanımefendi’ kültürü nedeniyle ‘asker kişi’ olan Şule Hanım’ın dini hassasiyeti gereği başını şalı ile örtmesi TSK’nın laiklik algısını yıpratır mı? Bu sorunun iki cevabı var:
– Şayet ‘Laiklik algısı açısından ordu ile toplum arasında bir boşluk olmamalı’ diyorsanız yıpratmaz çünkü zaten toplumdaki kadınların büyük çoğunluğu Türkiye’de cenaze, mevlit, mezarlık ziyareti gibi nedenlerle bulundukları bir yerde Kuran okunurken veya dua esnasında başlarını kapatıyorlar. Yani bu durumda Şule Hanım toplumdaki kahır ekseriyetin yaptığı bir davranışı sergilediği için sorun yok.
– Ancak şayet ‘Laiklik algısı açısından ordu ile toplum arasında boşluk olmalı. TSK’nın laiklik hassasiyeti toplumun genelinden daha fazla olmalı’ diyorsanız o zaman Şule Hanım’ın sembolik asker kişiliğine vurgu yapıyor ve onun da ‘asker gibi’ davranmasını istiyorsunuz demektir. Yine temsil ettiği sembolik değerler açısından kendisine özel önem atfettiğiniz Genelkurmay Başkanı eşi olma yani ‘Hanımefendilik’ üzerinden Şule Hanım’ın da laiklik hassasiyeti gereği bu davranışı yapmaması gerektiğini düşünüyorsunuz demektir. Çünkü biliyorsunuz ki TSK’daki ‘Hanımefendi kültürü’ nedeniyle Komutan Eşi yeni bir şey yaparsa o hemen taklit edilir. Bu durumda bakalım bundan sonra Kuran veya dua okunurken başını örten başka general eşleri görecek miyiz?
Bir de Şubat 2017’de Milli Savunma Bakanlığınca yapılan düzenlemeyle, Genelkurmay karargahı, kuvvet komutanlıkları ve bağlı birliklerde görev yapan kadın subay ve astsubaylar başörtüsü takmasına izin verildiğini hatırlatmak isterim. Henüz resmi üniforması içinde başörtülü bir subay görmedik ama başörtülü harbiyeli ve astsubay mevcut.
Sonuç olarak Olay-1, Olay-2 ve Olay-3 çok kritik bir konu olan TSK’nın laiklik algısı ve laiklik algısı açısından ordu-toplum mesafesi ile doğrudan alakalı. Bu konuya çok iyi kafa yorup tesadüfi süreçler, popüler ve magazinsel gündemlerle sürecin bizi yönetmesine izin vermemeliyiz. TSK’nın topluma eşit düzeyde mi yoksa daha yüksek düzeyde mi laiklik hassasiyeti olacağı bir yandan onun operasyonel etkinliği ve profesyonelliği ile ilgili iken diğer yandan geleceğimizle de doğrudan alakalı.
Yazımın sonunda temel sorumu şuraya tekrar asayım: Acaba TSK dinden ne kadar özgürleşmeli ve kendi içinde ne kadar dine özgürlük vermeli? Buna “kim” karar verecek: Sivil elitler mi, askeri elitler mi? Cevabınız?